Evliyalar

Muhammed Sâdık

Muhammed Sâdık Hindistan’ın büyük velîlerinden. İnsanları Hakk’a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saâdete kavuşturan âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi ve müslümanların baştâcı olan İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin birinci oğludur. 1591 (H.1000) senesinde Serhend’de doğdu. 1599 senesinde pederi ile birlikte Hâce Muhammed Bâkî-billah ile görüştü. Ondan cenâb-ı Hakk’ı zikretmek, murâkabe etmek için vazife almakla ve ona bağlı bir talebe olmakla şereflendi. İstidâdı, fıtratı ve yaradılışı yüksek olduğundan, onların terbiyesi ve merhametli nazarlarının bereketleri sayesinde kıymetli hâllere, yüksek makamlara kavuştu. Daha çocukken, uzak yerlerdeki şeyleri, mezardaki hâlleri keşf ederdi. Sonra kendi peder-i âlîsinden feyz alarak, kemâl mertebelerinin sonuna erişti. Babasının esrarına mahrem oldu. 1616 (H.1025) senesinde tâûn hastalığından Serhend’de vefât etti.

Muhammed Sâdık‘ın, çocukluğunda, tâlim ve terbiyesi ile, yüksek dedesi Abdülehad hazretleri meşgûl oldu. Çok akıllı olup, nûr ve zekâ alâmetleri, yüzünden belliydi. Babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Babam bana; “Sizin bu oğlunuz bana eşyânın hakîkatinden ve keyfiyetinden garip suâller soruyor. Çok zor cevap verebiliyorum” derdi.” buyurdu.

Muhammed Sâdık, yüksek kâbiliyet ve yaradılışı sebebiyle hazret-i İmâm’ın, rahmet nazarlarının ve terbiyelerinin bereketi ile, üstün hâllere, pahâ biçilmez muâmelelere kavuştu. Hazret-i Hâce Bâkî-billah’ın ve muhterem babalarının dâimî tasarrufları altında idi. O günlerde velîlikte görülen ve cezbe denilen hâlin kendilerinde gâlib olduğu zamanlarda bile, din ilimleri öğrenmekten geri kalmayıp, onları da bitirmeğe uğraştı. Hâşim-i Keşmî anlattı: “İşittim ki: O günlerde çok defâ kendinden geçmenin ve cezbeye kapılmanın çokluğundan, başı açık yalın ayak, her tarafa gider, fakat yine de ders okuduğu kitapları ezberlerdi. Birgün yağmur yağarken, bir grup çocukla başı açık perişân bir hâlde durmuştu. Muhammed Bâkî-billah oradan geçiyordu. Onu bu vaziyette görünce, tebessüm edip; “Bizim meczûbumuz bakın ne yapıyor?” buyurdu.”

Muhammed Sâdık hazretlerinin kendinden geçmesi, öyle bir hâle gelmişti ki, bu hâllerin kendini istilâ ettiği, kapladığı zamanlar, hazret-i Hâce (Muhammed Bâkî) bunları hafifletmek için, çarşıda pazarda satılan şeylerden, yemesini buyururdu. Hazret-i Hâce’nin bir mektubunda; “Gözümün nûru Muhammed Sâdık! Zâhir ve bâtınınız mübârek olsun. Hâlleriniz hamd edilecek derecede iyidir. İşte bu huzur içerisinde olunuz. Hâllere gark olmaktan endişe etmeyiniz.” buyurdu. Muhammed Sâdık’ın yaşının küçük olduğu zamanlar, yerlerin ve kabirlerin keşfinde, görüşleri çok doğru idi. Hattâ hazret-i Hâce onun keşf ve firâsetine tam olarak îtimâd ederdi. Bâkî-billah hazretleri onu, mezarların başına götürür ve bu mezarlarda yatanların hâllerinin nasıl olduğunu sorardı. O da hemen herbirinin hâlini, gördüğü gibi anlatırdı. Bir defâsında amcası ticaret için bir sefere çıkacaktı. Amcasıyla birlikte dedesi Abdülehad hazretlerinin kabrini ziyâret ettiler. Kabrin başında bir müddet murâkabe de kaldılar, sonra başını kaldırıp; “Dedem, amcamın bu sefere çıkmasını istemiyor.” dedi. Muhammed Sâdık, o zaman küçük olduğu için, amcası onun bu sözüne aldırmayıp sefere çıkmaktan vaz geçmedi. Nihâyet sefere çıktı. Fakat gittiği yerde malı helâk oldu, kendisi vefât edip, bir daha geri dönemedi.

Hazret-i Hâce, sağlığında yetiştirmesi için talebelerini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine havâle edince, Muhammed Sâdık da onların arasındaydı. Belki de onların en iyisi idi. O da feyz alma elini, yüksek babalarının nûrlu eteklerine uzattı. Ancak bu şekilde kemâl ve ikmâl derecelerinin sonuna ulaşmak mümkün olurdu. Nitekim herkes;

“Böyle babaya, böyle evlâd yakışır.”

mısrasını söylüyordu.

İmâm-ı Rabbânî, Muhammed Bâkî’ye yazdıkları mektupda şöyle arzettiler: “Muhammed Sâdık yaşının küçüklüğünden, kendini zabt edemiyor. Eğer huzûrunuza gelirken onu da getirirsem, çok terakki edeceğini zannediyorum. Dâmenkûh’a (dağ eteği) giderken yanımızda idi. Pek çok terakki eyledi. Hayret makâmında gark oldu. Hayret cihetinden bu fakîre çok benziyor.”

Onu görenler, onunla konuşma ve görüşme şerefine kavuşanlar Allahü teâlâyı hatırlar, dünyâyı unuturlardı.Hattâ bâzı zenginler; “Bu genci gördüğümüz zaman, dünyâdan soğuyoruz.” derlerdi.Bir başkası bu Mahdumzâde’nin teslimiyetine temasla şöyle anlattı: “Bir gün bâzı komşuların sıkıntı ve cefâlarından ona şikâyet ederek; “Ne olur, bunların bâzılarına tenbih etseniz ve onları azarlasanız.” dedim. Bu Mahdûmzâde temiz kalblerinden bir âh çekip; “Ey dostum! Eğer biz kızarsak, bizim, âdetlere uyan insanlarla aramızda ne fark olur.” buyurdu. O derviş dedi ki: “Bu sözün mübârek ağzından öyle bir edâ ile çıkışı vardı ki sonunda, utandım ve kalbimde bir ağırlık gibi duran kin ve hırs tamâmen gitti.”

Aklî ve naklî ilimlerde çok kuvvetliydi. Bir gün Şîraz’dan Hindistan’a gelen âlimlerin en büyüklerinden birinin sohbetinde bulundu. Bu âlim aklî ilimlerde eşsizdi. Yaradılışı îcâbı, o âlim ile derin ilimlere dâir birkaç kelime konuştu. Sözlerini bitirince Şîrazlı âlim; “Bu genci görmeyince, Hindistan’daki talebelerden birinin, aklî ilimlerdeki derin meseleleri idrâk kuvvetini yakînen anlayamamıştım.” dedi.

Muhammed Sâdık hazretlerinin ilimdeki mahâreti, hâllerinin yüksekliği, yalnızlığı istemedeki fazlalığı, münâcaatları, Allahü teâlâya yalvarma arzuları, ziyâde idi. Yüksek babalarından ayrı kaldığı zamanlar, onlara bâzı mektuplar yazmışlardır. Bu mektuplardan bir parça aşağıdadır:

“Canım Babacığım!Hiç bir ânımın, Allahü teâlânın rızâsının hilâfına geçmemesinden başka arzum yoktur. Bu da ele geçmiyor. Ancak o dergâhta hizmet edenlerin imdâd ve yardımı ile ele geçer.

Mısra:

“Kerîmler ile yapılan işler kolaydır”

Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki, hâlim şerefli teveccühünüzün bereketi ile, emrettiğiniz şekilde istikâmettedir. Bunda, az bile olsa bir gevşeklik olmuyor. Hattâ günden güne, artmakta ve yükselmekte olduğunu ümid ediyorum. Sabah, öğle ve ikindiden sonra, sohbete oturup, hâfızdan Kur’ân-ı kerîm dinliyoruz. Ey gönüllerin kıblesi! Bu fakîr, hemen hemen, her gece, hazretinizi rüyâda görmekle şereflenmekteyim. Bundan daha çok ne yazayım. Köleniz.”

Hazret-i İmâm’ın bu yüksek oğullarına yazdıkları birçok mektuplar vardır. Bu mektupların en büyüğü birinci cildde iki yüz altmışıncı mektup olup, kendi yollarını bildirmektedir. Bu mektubun bâzı kısımları aşağıda alınmıştır:

“Elbette nâfilenin kıymeti, farzın kıymeti yanında hiç gibidir. Okyanus yanında, bir damla bile değildir. Nâfilenin kıymeti, sünnetin yanında da böyledir. Sünnet de, farzın yanında okyanus yanındaki bir damla su gibidir. Bu ikisinin yaklaştırması arasındaki büyük farkı, buradan anlamalıdır. Çok kimse, bu inceliği bilmedikleri için, farzları bırakıp, nâfilelerin yayılmasına çalışıyorlar. Câhil sofîler, zikre, fikre sarılıp, farzları ve sünnetleri yapmakta gevşek davranıyorlar. Kırk gün çile çekmeği ve riyâzetler yapmağı beğeniyor. Cumâ namazına ve cemâate gitmiyorlar. Hâlbuki, bir farz namazı cemâatle kılmak, onların binlerle, kırk günlük çilelerinden daha faydalı olduğunu bilmiyorlar. Evet, İslamiyetin edeblerini gözetmek şartı ile, zikr ve fikir çok faydalı ve pek kıymetlidir. Câhil hocalar da, nâfilelerin yayılmasına çalışıyor, farzların yapılmasına aldırış etmiyor, terk edilmesine sebeb oluyorlar.Meselâ, Aşûre namazının, Resûlullah’tan haber verildiği iyi bilinmiyor. Bunu cemâatle ve ehemmiyet vererek kılıyorlar. Hâlbuki, nâfile namazı cemâatle kılmanın mekruh olduğunu fıkıh kitablarında okuyorlar. Farzları kılmakta gevşek davranıyorlar. Farzları müstehab olan zamanlarında kılanları pek azdır. Vaktinde bile kılmıyorlar. Farzları cemâatle kılmağa ehemmiyet vermiyorlar. Bir iki kişiden fazla cemâat toplandığı az görülüyor. Çok zaman da yalnız kılıyorlar. Din adamları böyle olursa, başkalarının nasıl yaptıklarını artık düşünmelidir. Bu kötü hâllerden dolayı müslümanlık zayıflamağa başladı. Böyle işlerin zulmeti ile, günahlar, bid’atler çoğaldı. Fârisî beyt tercümesi:

Az söyledim, dikkat ettim, kalbini kırmamağa,
Bilirim üzülürsün, yoksa sözüm çoktur sana!

Nâfile ibâdetleri yapmak, insanı zıllere kavuşturur. Farzları yapmak ise, asla ulaştırır. Ancak, farzları tamamlayan nâfileler (Meselâ, farz namazlarından önce ve sonra kılınan sünnetler), asla kavuşturmaya yardım ederler. Farzlardan sayılırlar. Farzların en üstünü, en yükseği namazdır. “Namaz, müminin mîrâcıdır.” ve “Kulun, Rabbine en yakın olduğu zamânı, namazda olduğu zamandır!…” hadîs-i şerîfleri bunu haber vermektedir. “Allahü teâlâ ile öyle vakitlerim vardır ki…” hadîs-i şerîfinde bildirilen, Resûlullah efendimizin en kıymetli zamanları, bu fakîre göre, namazdaki zamanıdır. Günahları örten namazdır. İnsanı kötü, çirkin şeyleri yapmaktan koruyan, namazdır. Resûlullah efendimizin; “Yâ Bilâl, beni ferâhlandır!” buyurarak, rahatlandırılmak istediği şey, namazdır. Dînin direği namazdır. Müslümanlık ile, kafirliği birbirinden ayıran, namazdır.

Ey oğlum! Bu mutmeinne olan nefs, İslâmiyete karşı gelemez. Baş kaldıramaz. Bütün varlığı ile, Rabbine dönmüştür. O’na tutulmuştur. O’nun rızâsını kazanmaktan, O’na itâat ve ibâdet etmekten başka bir düşüncesi yoktur. Önce, mahlûkların en kötüsü olan nefs-i emmâre şimdi itminân kazanmış ve Allahü teâlâyı râzı etmiştir. Evet, Muhbir-i sâdık yâni hep doğru söyleyici; “Câhillikte en ileride olanınız, İslâm âlimi olunca, en ileriniz olur.” buyurmuştur. Bundan sonra, insanda İslamiyete uymamak, baş kaldırmak gibi şeyler görülürse, bunlar cesedi meydana getiren maddelerden hâsıl olur. Gadab, şehvet, hırs gibi aşağı düşünceler, bu maddelerden ileri gelmektedir. Bir şeye düşkün olmak, cimrilik, bayağı işler hep onlardan doğmaktadır. Hayvanlarda nefs-i emmâre yoktur. Hâlbuki bu kötülükler, hayvanlarda daha çok vardır. Resûlullah efendimiz; “Küçük cihâddan döndük, cihâd-ı ekbere geldik!” buyurduğunda, cihâd-ı ekber olarak, çok kimselerin dediği gibi nefsle cihâdı değil, belki cesed ile cihâdı bildirmiştir. Çünkü nefsleri itminâna kavuşmuş, Rablerinden râzı olmuş, Rableri de o mübârek nefslerden râzı olmuştur. Bu nefsler İslâmiyetten ayrılamaz. Rablerine karşı baş kaldırmazlar.

Kıldan ince mânâlar var, kulağını eyle yakın!
Her kürsîde nutk çekeni, bir şey bilir sanma sakın!

Sünnetlerin nûrunu, bid’atlerin zulmetleri ile örttüler. Resûlullah’ın milletinin parlaklığını yeni yeni bilgilerin kirleriyle söndürürler. Daha da çok şaşılır ki, birçokları, bu yenilikleri, bu reformları, güzel görüyorlar. Bid’atlere “hasene” adını takıyorlar. Bu bid’atlerle, dîni yükseltiyoruz, İslâmiyetin noksanlarını tamamlıyoruz diyorlar. Herkesin bu bid’atleri yapmasını körüklüyorlar. Allahü teâlâ, bunları doğru yola getirsin! Bilmiyorlar ki, din, bu bid’atlerden önce kâmil olmuştu. Allahü teâlânın nîmeti tamam olmuştu. Allahü teâlâ bu dinden râzı olmuştu. Allahü teâlâ, Mâide sûresinin üçüncü âyetinde meâlen; “Bugün, dîninizi sizin için ikmâl eyledim. Üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyeti vermekle râzı oldum” buyurdu.Dînin olgunlaşmasını, bu bid’atlerden, bu reformlardan beklemek, bu âyet-i kerîmeye inanmamak olur.

Ey oğlum! Kutb-i irşâdın feyz vermesi ve ondan feyz almakla ilgili mârifetler, Mebde’ ve Me’âd Risâlesi’nde, “İfâde ve istifâde” bâbında yazılmıştı. Sırası gelmiş iken, faydalı olan bu mârifeti de, buraya yazıyorum. Orada yazılı olan ile karşılaştırınız! Kutb-i irşâd, kemâlât-i ferdiyyeye de mâliktir. Çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin ortasından tâ arşa kadar, herkese; rüşd, hidâyet, îmân ve mârifet onun yolu ile gelir. Herkes, ondan feyz alır. Arada o olmadan kimse bu nîmete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir okyanus gibi, (çok kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün dünyâyı sarmıştır. O deryâ, sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz. O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yâhud, o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre, o deryâdan kalbi feyz alır. Bunun gibi bir kimse, Allahü teâlâyı zikr ederse ve bu zâtı hiç düşünmezse, meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fakat, birinci feyz daha fazla olur. Bir kimse, o büyük zâtı inkâr eder, beğenmezse, yâhut o büyük zât, bu kimseye incinmiş ise, Allahü teâlâyı zikr etse bile, rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. O zât, bunun istifâdesini istese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de yoktur. Faydası çok azdır. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler de ve Allahü teâlâyı zikr etmeseler de, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar. Fârisî beyt tercümesi:

Sustum artık, zekîlere bu yeter,
Çok bağırdım, dinleyen varsa eğer.

Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! O, rahmandır ve rahîmdir. O’nun resûlü Muhammed aleyhisselâma, Âline veEshâbına, sonsuz salât ve selâm olsun.”

1616 (H.1025) senesinde Serhend’de şiddetli bir vebâ (tâûn) salgını başladı. Bu salgın her geçen gün şiddetleniyor, yüzlerce insan her gün kabre konuyordu. Bu hâli gören Muhammed Sâdık hazretleri; “Bu tâûn yağlı lokma istiyor. Biz gitmedikçe (ölmedikçe) geçmez.” buyurdular. Hummâya yakalandılar veRebî’ül-evvel ayının dokuzuna rastlayan Pazartesi günü vefât eylediler. Bundan sonra, hastalık hafifledi, hastalardan birçoğu iyileşti. O şiddetli sıtma hâlinde olanlar anladılar ki, bu Mahdumzâde geldi, bu hastalığa yakalanan hastaların elinden tutup onları kurtardı ve; “Bugün bu belâyı biz üzerimize aldık.” buyurdu. Biri rüyâda gördü ki, her kim bu Mahdumzâde’nin ismini yazıp, yanında taşırsa, bu belâdan kurtulur. İnsanlar bir müddet onun mübârek ismini yazıp yanlarında taşıdılar. Çok tesirini ve faydasını gördüler. Vefâtından sonra, yakınları, dedelerinin yanına gömmek istediler. Hazret-i İmâm bu hususta teveccüh eylediler. Şimdi gömülü bulundukları yerde, gömülmesini emir buyurdular. Hazret-i İmâm her Cumâ namazından sonra, ziyâretine gider, bir müddet murâkabe ederek otururlardı. Bunun gibi her Cumartesi sabahı, bütün eshâbı ile, sohbet halkasını, onun nûrlu mezârının başında kurarlardı. Birçok zamanlar, bu oğlunun âhiret hâllerinden garib şeyler beyân ederlerdi. Hazret-i İmâm’ın teveccüh ve duâları ile, çok yüksek ilerlemeler hâsıl olurdu. Cenâb-ı Hakk’ın, oğullarına verdiği ihsânları keşf ederlerdi. Bir gün oğullarının kabrinin başından kalkarken şöyle buyurdular: “Bugün oğluma teveccüh eyledim. Gördüm ki, her an nûrlar ve garîb eserler zahir oluyor. Her an, coşarak rahmet-i ilâhiyyeye âit garîb sırları açıklıyor.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Sâlih’e gönderdiği bir mektupda oğulları hakkında şöyle buyurdu:

“Allahü teâlânın nîmetlerine hamd olsun ve O’nun seçtiği kullarına selâm olsun! Kardeşim Molla Sâlih! Serhend’de bulunanların başına gelenleri dinle! Büyük oğlum iki küçük kardeşi Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ ile birlikte âhirete gittiler. “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci’ûn.” Allahü teâlâya sonsuz hamd olsun ki, önce geride kalanlara sabır gücünü ihsân eyledi. Bundan sonra, bu belâdan râzı olmağı nasîb eyledi. Fârisî beyt tercümesi:

Beni ne kadar incitsen, dönmem senden yine,
Dayanmak tatlı olur sevgili elemine.

Merhûm oğlum, Hak teâlânın âyetlerinden bir âyet idi. Rabbül’âlemînin rahmetlerinden bir rahmet idi. Yirmi dört yaşında iken, öyle şeylere kavuştu ki, az kimseye nasîb olur. Mevleviyyet mertebesine, naklî ve aklî ilimlerin profesörlüğüne yükselmişti. Öyle olmuştu ki, yetiştirdiği gençler Beydâvî Tefsîri’ni, Şerh-i Mevâkıf ve benzeri yüksek kitapları okuyorlardı. Mârifet ve irfânını anlatmak ve şühûdünü, küşûfünü yazmak, başarılacak şey değildir. Bildiğiniz gibi, daha sekiz yaşında iken, kendisini öyle hâl kaplamıştı ki, hocamız hâlini yumuşatmak için, pazarların şübheli yemeklerini ona yedirirlerdi. “Muhammed Sâdık’ı sevdiğim gibi, hiçbir kimseyi sevmiyordum. Kendisi de, bizi sevdiği kadar kimseyi sevmiyor.” buyururlardı. Onun büyüklüğünü bu sözden anlamalıdır. “Vilâyet-i Mûseviyye”yi son noktasına ulaştırmıştı. Bu vilâyetin işitilmemiş, şaşılacak şeylerini anlatırdı. Allah korkusundan her an yüreği titrer, edebi gözetirdi. O’na sığınır, O’na yalvarır, O’na boyun büker ve O’nun huzûrunda eğilirdi. “Evliyâdan herbiri, Hak teâlâdan bir şey istemiştir. Ben, O’na sığınmayı ve O’na yalvarmağı istedim.” buyururdu.

Muhammed Ferrûh’dan ne yazayım ki, on bir yaşında ilim talebesi idi. Kâfiye okuyordu.Tam anlıyarak ders görüyordu. Dâimâ âhiret azâbından korkar ve titrerdi. Çocuk iken, bu dünyâdan ayrılmak için ve böylece, âhiret azâbından kurtulmak için duâ ederdi. Ölüm yatağında iken, kendisine hizmet edenler, hiç işitilmemiş ve şaşılacak şeylerini gördüler.

Sekiz yaşında vefât eden ve bu yaşta çok kerâmet ve hârikaları görünen Muhammed Îsâ’dan ne yazayım.

Oğullarımın her üçü de, birer cevher idiler. Bize emânet verilmişlerdi. Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun ki, bu emânetleri râzı olarak sâhibine teslim eyledik. Yâ Rabbî! Peygamberlerin efendisi hürmetine bizi onların sevâbından mahrûm bırakma! Onlardan sonra, bizleri fitneye düşürme! Fârisî mısra tercümesi:

“Her ne olursa olsun, dosttan konuşmak daha tatlı.”

(Birinci cild, üç yüz altıncı mektup.)

Babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bu oğluna ve diğer oğullarına yazdığı birçok mektupları Mektûbât adındaki eserinde toplanmıştır. Onun hakkında; “Aziz oğlum, bu fakîrin mârifetlerinin bir mecmûasıdır. Cezbe ve sülûk makamlarının bir nüshasıdır” ve “Oğlum, benim esrâr mahremimdir.” gibi buyurduğu şeyler çoktur.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri 1624 (H.1034) senesinde vefât edince, oğlu Muhammed Sâdık’ın mezârının kıble tarafına kabir hazırladılar. Mübârek cenâzelerini kabre koydukları an, oğluMuhammed Sâdık’ın kabri, peder-i âlîsine hürmet için ayak ucuna geldi ve iki kabrin arasındaki kısım kabardı. Görenler hayretler içinde kaldılar.

NASÎB EYLESİN

Muhammed Sâdık hazretlerinin, babalarına yazdığı bir mektup şöyledir: “Yüksek Babacığım, eşsiz mürşidim, gözlerimin nûru, cânım efendim! Bir gece terâvih namazında hâfız Kur’ân okuyordu. Çok geniş, çok nûrânî bir makâmı gördüm. Bunu hakîkat-ı Kur’ân makâmı zannettim. Fakat bu makam olduğunu söylemeye cür’et edemiyorum. Hakîkat-ı Muhammedînin bu makâmın merkezi olduğunu anladım. Sanki büyük bir denizi, bir testiye sığdırmış oluyorlar. Bu makam hakîkat-ı Muhammedînin tafsilidir. Peygamberler aleyhimüsselâm ve evliyânın büyüklerinden çoğu, kendi kâbiliyyet ve istidatları miktarınca o makamdan pay almışlardır. Bu makamdan tam pay alan bizim Peygamberimizden başkası bilinmiyor. Bu fakîr de bundan bir pay aldım. Allahü teâlâ yüksek teveccühleriniz bereketi ile büyük ve tam pay almamı nasîb eylesin. Bu makam daha iyice açıklanmadı. Bu muazzam ayda çok bereketler zâhir oluyor. Kardeşim Muhammed Saîd her zamanki gibidir. Vakitlerini Allahü teâlâyı anarak zikr ile kıymetlendiriyor. Şehirdeki dostlar da huzur içindedirler. Duâlar ederim efendim.”

1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1120
2) RehberAnsiklopedisi; c.12, s.297
3) Umdet-ül-Makâmât; s.218
4) Hadarât-ül-Kuds; s.220
5) Zübdet-ül-Makâmât; s.300
6) Makâmât-ıAhyâr; s.24
7) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.16, s.110

Evliyalar Ansiklopedisi için tıklayınız!

Bu içerikleri de okumak isteyebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu