Sâfî Âmidî Bolevî
Sâfî Âmidî Bolevî Anadolu’da yetişen ve Anadolu’yu aydınlatan evliyânın meşhurlarından. İsmi Mustafa bin Sâlih‘tir. Babası Diyârbekir ulemâsından ve Diyârbekir müftîsi Hacı Sâlih Efendidir. 1846 (H.1263) senesinde vefât etti. Türbesi, Bolu’da Aktaş Dergâhındadır.”
Tahsîline Diyârbekir’de başladı. Dokuz yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Babasından sarf, nahiv öğrendi. Diğer medrese kitaplarından Şerh-ül-Akâid’e kadar okudu. Sonra, babasının izni ile, İstanbul’a gidip tahsîlini orada devâm ettirdi. Akşehirli Hacı Ömer Efendiden ders aldı. 1807 senesinde tahsîlini tamamlayıp icâzet, diploma aldı. İstanbul’da müderrislik yapmak üzere kalmaya karar vermişken, bir gece rüyâsında devrin meşhur evliyâsı Çerkeşli Hacı Mustafa Efendiyi gördü. Ona; “Evlâdım Mustafa Sâfî Efendi! Zâhir ilmini tamamlayıp icâzet aldın. Tasavvuf ilmini öğrenip, ilm-i ledünne kavuşmak için Çerkeş’e gel de bu ilmi tahsîl eyle. Çünkü senin İstanbul’da kalmana izin yoktur.” buyurdu. Bunun üzerine Mustafa Sâfî Efendinin kalbinde ilâhî bir muhabbet, aşk peydâ oldu. İstanbul’da durmaya tahammülü kalmadı. Çerkeş’e gitmek için yola çıktı. Oraya varınca, Hacı Mustafa Efendinin huzûruna gitti. Elini öpüp, talebesi olmayı arzu ettiğini bildirince önce bu isteğine iltifat edilmedi. Ümitsiz olarak huzurlarından ayrıldı.Ancak üç gün dergâhta misâfir kaldı. Sonra o zâtın kabûl buyurması için Derviş Hasan vâsıtasıyla arz edip yalvardıysa da,Çerkeşli Mustafa Efendi;
“O, bir âlim kimsedir. Benim zâhir ilminde onun kadar kuvvetim yok. Bu sebeple talebeliğe kabul edemem.” dedi. Bu haber kendisine ulaşınca, kalbinde aşk-ı ilâhî hâsıl oldu. Bu sırada kalbinde meydana gelen coşkunluğa tahammül edemeyip, hemen huzûruna gitti.Mübârek ellerini öptükten sonra ilm-i zâhiri kalmadığını, aşk-ı ilâhînin gönlünü yaktığını ve onun işâretiyle talebe olmaya geldiğini arz ve beyân ederek yalvardı. Tekrar kabûl etmesini istirhâm eyledi. Bunun üzerine onu talebeliğe kabûl etti.
Hocası Çerkeşli Mustafa Efendi talebeleriyle sohbet ettiği sırada Sâfî Efendiye dikkatle bakar ve; “İşte bu zât benden sonra yolumuzu (tarîkatımızı) o dereceye ulaştırır ki kimsenin inkâra mecâli, gücü kuvveti kalmaz. Hakîkat ilmiyle âlemi doldurur.” buyururdu. Üç sene müddetle sohbetlerine devâm edip, tasavvufta yetişti. Hilâfet vereceği sıralarda hocasından izin alıp memleketini ziyârete gitti. Hocasının izin vermesi üzerine Diyarbekir’e gittiği sırada hocası Çerkeşli Mustafa Efendi vefât etti. Vefât edeceğinde Mustafa Sâfî Efendinin tasavvufta kemâle erdiğini belirtip, onu kendine halîfe tâyin ettiğini vasiyet etti. Diyârbekir’den dönünce, kendisinin hocası tarafından halîfe tâyin edildiği önce gizlenip söylenmedi. O ise dergâhta hocasının yerine geçen Şeyh Hacı Halil Efendinin sohbetlerine devâm etmeye başladı. Üç sene daha tasavvuf yolunda azimle çalıştı. Bir gün Şeyh Hacı Halil Efendinin sohbet ve zikir meclisine Mustafa Sâfî Efendinin talebeleri de dâhil olmuştu. Bu sırada Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin rûhâniyeti gözüküp Geredeli Hacı Halil Efendiye, Mustafa Sâfî Efendinin üç sene öncesinden Çerkeşli Aziz’den yolunu tamamladığını söyledi. Böylece onun halîfe tâyin edildiğini gizlemekten vazgeçmelerini belirtti. Bu işâret üzerine Hacı Halil Efendi büyük bir telaş ile başındaki hilâfet tâcını çıkarıp hilâfet duâsı yaparak Mustafa Sâfî Efendinin başına koydu ve özür diledi.
Mustafa Sâfî Efendi hocasının vasiyetiyle yerine tâyin edildiğini öğrenince, Bolu’daki Semerkand Medresesinde talebelere ders vermeye başladı. Bir taraftan da medresenin yanındaki câmide talebe yetiştirdi. Ayrıca bir de dergâh inşâ ettirdi. Hayır sâhiplerinden Şemsi Paşanın kızıHâfize Hanım, Aktaş denilen yerden beş dönüm tarla hîbe etti.Buraya önce bir câmi ve câminin yanında küçük bir oda yaptırdı ve bu sırada evlendi. Buraya bir de dergâh ve dergâhın yakınında bir ev yaptırdı. Burada otuz üç sene insanlara rehberlik yaptı. Medresede pekçok âlim yetiştirip icâzet, diploma verdi. Dergâhda tasavvuf yolunda yetiştirdiği talebelerinden iki zâta da Halvetiyye yolundan icâzet ve hilâfet verdi. Bunlardan biri Devrek kasabasından Şeyh Yûsuf Efendi, diğeri de Geredeli Abdullah Efendidir. Askerlerden de pekçok kimse ona intisâb etmiş talebe olmuştur.
Bolu’da bulunan bütün âlimler ve halk tamâmen onun talebelerindendi. Dergâhı sohbetine gelenlerle dolup taşar ve bu hal sabahlara kadar devâm ederdi. Sabah namazından sonra âdeti üzere duâ ve zikirleri okur, cemâat dinlerdi. Kuşluk vaktinde ise bir mikdâr Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîf okur, sonra talebelerine nasîhat ederdi.
Sâfî Efendinin üç oğlu vardı. Bunlara Muhammed Fâik, Nasrullah Sırrı, Abdülazîz isimlerini vermişti. Oğullarından Muhammed Fâik fazîletli bir zât olup, yirmi yaşında iken babasının sağlığında vefât etmiştir. Dergâhda defnedilmiş ve üzerine bir türbe yapılmıştır. Babasından, çok ilim öğrenmişti.
Sâfî Efendi dergâhı yaptırdıktan sonra, hayır sâhipleri tarafından epeyce ilâve binâlar yapılmıştır. Dergâhda ders ve sohbetleriyle insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatıp onların saâdete kavuşmalarına gayret ediyordu. Herkes tarafından tanınıp sevilmiş şöhreti her yere yayılmıştır. Osmanlı pâdişâhı Sultan Mahmûd Han onun şöhretini işitip iki defâ İstanbul’a dâvet edip, görüşmüştür. Sohbetine gelenler onun bereketiyle muradlarına kavuşurlardı. Huzûrunda bulunanlar bir suâl sormak isteseler, daha onlar sormadan sohbet sırasında bir vesîle ile cevaplandırır, müşkillerini hallederdi. Birçok hakîkatı da şiirleriyle ifâde etmiştir. Ancak şiirleri bir araya toplanmamıştır. Şöhreti ve yaptığı hizmetleri her tarafta duyulunca halktan ve ileri gelenlerden çok kimse sohbet halkasına girip, tasavvufta yetişmek üzere ona tâbi olmuşlardır. Hattâ daha önce İstanbul’da medrese tahsîli sırasında bâzı ilimleri kendisinden öğrendiği, meşhûr âlim Hacı Ömer Efendi de ona tasavvufta yetişmek üzere tâbi olmuştur.
Bolu’ya yerleştikten sonra bir defâ babası Sâlih Efendi vefât etmeden önce, bir de babasının vefâtından sonra Diyarbekir’e gitmiştir. Babasını ziyârete gittiğinde, babası çok ilim sâhibi bir âlim olmasına rağmen, Mustafa Sâfî Efendiye her mecliste hürmet göstermiş, aslâ ondan üst ve yukarı bir yere oturmamıştır. Ondan önce kahve almamıştır. Yanında edeple konuşmuştur. Tasavvufta ona tâbi olmuş ve dâimâ duâ etmiştir.
Diyârbekir’e ikinci gidişinde babası vefât etmişti. Bundan sonra bir daha gitmemiştir. Zâten akrabâsından da sâdece bir kız kardeşi ve iki yetim torunundan başka kimsesi kalmamıştı. Bunlara mektup yazarak gönüllerini alırdı. Sonra torunları da Bolu’ya yerleşmişlerdir.
1820 senesinde hacca gitmeye niyetlendi. Bu sırada o zamânın parasıyla yedi yüz kuruşları olup bu parayla yanında dört kişiyle birlikte yola çıktı. Yolculuk sırasında kendilerine katılanlar olup, on iki kişilik bir kâfile ile Mekke-i mükerremeye vardılar. On iki kişinin bütün masraflarını Sâfî Efendi karşıladı. Her akşam ve sabah on iki kab yemek hazırlatırdı. Kendilerine bir aşçı ve bir de ihtiyaçlarını satın alacak kimse vazîfelendirmişti. Bütün masraflar için lâzım olan parayı ona verirdi. Paranın nereden geldiğini kimse bilemezdi. Hac ibâdetini tamamlayıp Bolu’ya dönerken, alış-verişle vazifeli şahsın boynuna bir beyaz kese asıp içine bir mikdâr para koydu ve bu parayı harcamasını fakat kesedeki parayı aslâ saymamasını tenbih etti. Bu zât; “Kesede az mikdârda para olmasına rağmen, ne kadar harcadıysam bir türlü tüketemedim. Hattâ Bolu’ya geri döndüğümüzde de kesede hâlâ para vardı.” demiştir.
Sâfî Efendi hac dönüşünden sonra, insanlar arasına karışmamak ve şöhretten kaçmak için çok gayret gösterdi. İnsanların sohbetlerine olan arzuları da gittikçe arttı. Devletin ileri gelenleri de kendisine çok hürmet ve alâka gösterdiler, istifade etmek için sohbetine gelirlerdi. Mustafa Sâfî Efendinin insanlara irşâd ve rehberlik faâliyeti sâhasının çok genişlediği sıralarda Sultan Mahmûd Han vefât etmiş, yerine Abdülmecîd Han tahta çıkmıştı.Abdülmecîd Han, Mustafa Sâfî Efendiyi çok sever, ikram ve hürmette bulunurdu. Tahta çıktıktan sonra dergahının genişletilmesi, tâmiri ve yeni ilâveler yapılmasını emretmiş ve bu iş için lâzım olan parayı kendi malından verileceğine dâir ferman çıkartmıştı. Bu işi yürütecek husûsî bir memur tâyin etmişti. Pâdişâh bu iş için her ne masraf lâzım olursa, kendisine bildirilmesini, tarafından karşılanacağını ve binâlar yapılırken hiçbir işçinin bir akçe hakkı kalmamasını, yevmiyelerinin, haklarının verilmesini emretmiştir. Vazifelendirilen memur emredildiği gibi hareket ederek dokuz ayda dergâhı ve ilâve yapılarını yaptırıp tamamlamıştır. Dergâhın inşâsı sırasında işçilerden biri bir gün çalışıp sonra ayrılıp başka bir memlekete gitmişti. Bu işçinin yirmi yedi kuruşluk yevmiyesi kendisine verilmek üzere aranmış ancak bir türlü bulunamamıştı. Durum Sâfî Efendiye arzedilince, fakirlere sadaka verilmesini söylemiştir. Dergâhın inşâsı için, o zamanki parayla altmış bin kuruştan fazla masraf yapılmıştır.
Mustafa Sâfî Efendi vefât edince, cenâzesi yıkanırken bir ara üzerine örtülen örtü kayar gibi olmuş. Hemen iki eliyle örtüyü tuttuğu orada bulunanlar tarafından açıkça görülmüştür.
Sultan Mahmûd Han bir defâsında İstanbul’da bulunan meşâyıhı sarayına dâvet etmişti. Huzûra girerlerken resmî karşılama merâsimi yapılıyordu. Bu sırada Mustafa Sâfî Efendi; “Selâmün aleyküm.” deyip, resmî merâsime iltifat etmedi. Pâdişâh onun bu hâlinden çok memnun olup çok hürmet ve iltifat gösterdi. Yüz bin kuruş hediye etti. Mustafa Sâfî Efendi bu parayı alıp tamâmını İstanbul’da bulunan fakirlere sadaka olarak dağıttı.
Talebeleri o kadar çoğalmıştı ki, dergâhı almaz olmuştu. Sevenleri dergâhın genişletilmesi için SultanAbdülmecîd Hana mürâcaatta bulundular. Sultan yardımı memnuniyetle kabûl etti. O zamânın parasıyla altmış bin kuruştan fazla yardım etti. Bu akçe ile dergâh genişletildi. Yardım için pâdişâha mürâcaat edildiğinden haberi olunca Mustafa Sâfî Efendi; “Şöhret âfettir. Biz hareme, eve taşınacağız, dergâh yine yapılsın orada mahdumlarımız oturur.” demiştir.
Mustafa Sâfî Efendi zamânında Gerede’de halka zulmeden bir kaymakam vardı.Sâfî Efendinin talebelerinden Muhammed Efendi bu kaymakamın vazifesinden alınması için gizli gizli duâ ediyordu. Mustafa Sâfî Efendi durumu anlayıp; “Sen vazîfe olarak verdiğim işine bak, kelime-i tevhîdi söylemeye devâm et! Köpeği bir köpek parçalar!” dedi. Mustafa Sâfî Efendi talebesine bu sözleri söylediği sırada kaymakam çarşıda bir dükkanda oturuyordu. Aniden ortaya çıkan siyah bir köpek üzerine saldırdı, parçalayarak öldürdü.
Mustafa Sâfî Efendiyi sevenlerden ve bağlılarından olan Bolu Sancağı Beyi Hacı Mustafa Bey, devamlı ziyâretine gelip giderdi. Bir gün yine ziyâretine giderken bir haberci gelip, Adana’ya müebbed sürgün edildiğini ve oraya hemen gitmesini söyledi. Bu durum karşısında şaşırdı ve üzülerek, gelen memura, müsâde et, Mustafa Sâfî Efendiyi son bir kez daha ziyâret edip de gideyim, diyerek müsâde aldı. Ziyâretine gidince durumu arzetti. Bunun üzerine; “Oğlum Hacı Mustafa Bey üzülme! Ayın on dokuzunda Bolu’ya yine dönersin!” buyurdu. Sürgüne gitmek üzere yola çıktığı esnâda ayın on dokuzunda affedildiğine dâir bir haber geldi. Sürgün edilmekten kurtulup Bolu’ya geri döndü. Bolu’ya dönünce Mustafa Sâfî Efendinin talebesi oldu. Dergâha lezzetli bir su getirtti. Dergâhın içinde bir çeşme ve ilâve odalar yaptırdı. Kızını da Mustafa Sâfî Efendinin büyük oğlu Muhammed Fâik Efendiye verdi.
İstanbul’da Hacı Ömer Ağa adında birisi âlimler ile ilmî münâzaralara girer, kimse onunla baş edemezdi. Bu zât Bolu ulemâsıyla da münâzaraya girmesi için Bolu’ya gönderilmişti. Bolu vâlisi orada bulunan âlimleri topladı. Sâfî Efendiye de özel bir dâvetiye gönderdi. Dâveti kabûl edip geldi.Münâzara sırasında Sâfî Efendi o kimseye öyle cevaplar verdi ki, o zamâna kadar meclislerde hiç susmak bilmeyen o kişi, konuşmaz oldu. Mustafa Sâfî Efendinin ilmi ve kerâmeti karşısında kendini tutamayıp kalktı, mecliste bulunanların gözü önünde ellerini öptü ve artık onun sevenlerinden ve sohbetine devâm eden talebelerinden oldu. Ondan Şerh-i Akâid’i okudu. Bir müddet derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Daha sonraAmasya’ya gönderildi. O mecliste bulunan vâli ve diğer zâtlar da o günden itibâren Mustafa Sâfî Efendinin sohbetlerine devam ettiler.
Bolu’da nâiblik vazîfesi yapan bir kimse vardı. İlmi de çoktu. İstanbul’da dersiâm hocalığı da yaptığından oldukça iddialı birisiydi. Mustafa Sâfî Efendinin de üstün hallerini duymuştu. Fakat kendi kendine ilmi azdır diyerek gurur içinde yanına gitti. Dergâhına varıp içeri girince edebe uygun olmayan bir şekilde oturmuştu. Mustafa Sâfî Efendiyi tanımadığından, nerededir? diye sorunca, Mustafa Sâfî Efendi benim demeyip; “Şimdi gelir.” dedi. Nâib; “Şeyh efendinin bir âlim zât olduğunu işittim de görüşmek için geldim.” dedi. Mustafa Sâfî Efendi de; “Onun ilmi azdır.” diyerek, nâibin daha önceden ilmi azdır diye düşündüğüne işâret etti. Bu konuşmalardan sonra nâib bir âyet-i kerîme okuyup tefsîr etmeye başladı. O söz açınca, Mustafa Sâfî Efendi, onun okuduğu âyet-i kerîmeyi üç çeşit tefsîr yaparak açıkladı. Nâib kendi kendine şaşırmış, ilimdeki derinliğine hayran kalmış ve o anda görüştüğü kimsenin Mustafa Sâfî Efendi olduğunu anlamıştı. Hemen kalkıp edeple elini öpdü, sevenleri arasına katıldı. Dergâhında kalıp, hizmetinden ve sohbetinden ayrılmadı.
Dergâhın alışveriş işlerini gören Ali Efendi, bir gün kerâmetini görürüm niyetiyle eline boş kap alıp Mustafa Sâfî Efendinin huzuruna girdi. Çarşıdan erzak satın alacak para olmadığını ve bunun için para vermesini söyledi. Bunun üzerine Mustafa Sâfî Efendi; “Bende para olmadığını bilirsin. Sen bir çâre bul.” dedi. Ali Efendi; “Efendim siz bulursunuz.” deyince; “Onun niyetine işaret ederek bir daha böyle yapma! Şimdi şu seccâdemi kaldır da altından para, akçe al. Çarşıya git, dergâha lâzım olan malzemeyi satın alıp getir!” buyurdu. Seccâdenin altından kerâmetiyle çok defâ para verdiği, bu hâdiseyi nakleden talebesi tarafından anlatılmıştır.
Ali Efendi, ilim tahsîli yapmamıştı. Hizmet ettiğim şu zât eğer bir mürşid, hakîkî bir rehber ise, Allahü teâlâ onun hürmetine bana ilim nasîb etsin diye düşünmüştü. Bir gün huzûruna girdiği sırada kerâmetiyle bu düşüncesini anlayan hocası Mustafa Sâfî hazretleri; “Ali Efendi, Allahü teâlâ sana ilim ihsân buyurmuştur. Sen oku!” buyurdu. Ali Efendi ilim öğrenmeye başladı. Medreselerde en yüksek seviyede okutulan ders kitaplarından Kâdî Mîr adlı kitaba kadar okuyup tahsîlini tamamladı, âlim oldu.
Mustafa Sâfî hazretlerinin talebelerinden, Bolu’da meşhur âlim Hacı Osman Efendi bir gün odasına girip, içeri kimse girmesin diyerek kapıyı kapatmıştı. Bir ara Mustafa Sâfî Efendi; “Hacı Osman Efendi vefât etmiştir. Kapısını açıp cenâzesini yıkayın, hazırlayın ben cenâze namazı için geleceğim!” dedi. Kapısını açıp baktıklarında secde eder bir halde vefât etmiş gördüler. Cenâzesini yıkayıp hazırladılar. Mustafa Sâfî Efendi de gidip cenâze namazını kıldırdı.
Sâfî Efendi buyururlardı ki: “Allahü teâlânın izni ile benim bütün âlemin kalbinden haberim vardır. Şöyle ki, bir bardak içine sâfî bir su konulsa, onun içinde bir toz olsa, o toz bardağın dışından göründüğü gibi, cümle âlemin gönlü içinde ne düşünce varsa bilirim. Hattâ o kalb sâhibi gönlündekini benim kadar bilmez.” Gerçi böyle âlemin hâlini keşfedip, kalp gözü ile görüp söylemelerine rağmen, nâdânın, câhillerin esrârını, gizli hallerini, açığa vurmaz, yalnız bâzı dervişlerin hâline münâsib ve îtikâdlarını düzeltmeye dâir kerâmetler gösterirdi.
Muhammed Zühdî ismindeki birisi küçüklüğünde bir mukâbele gecesi hatırından; “Ne olaydı şimdi hazret-i Azîz beni de meclisine alsa, kabûl etse de, ben de bu dervişler gibi çalışsam.” diye geçirip, onların hallerine gıbta eylediğinde, Sâfî Efendi, başını kaldırıp, Muhammed Zühdü Efendiyi içeri çağırıp onu talebeliğe kabul etti ve dervişleri arasına aldı. Bu sırada Sâfî Efendinin iltifâtlarının neticesi, Zühdî Efendi günden güne tasavvufta ilerledi.
Dergâhının hizmetini gören talebelerinden İbrâhim Hilmi Bey, hocası için yazdığı menâkıbnâmede şöyle anlatmıştır: “MustafaSâfî Efendi zâhir ilimlerinde derin âlim olduğu gibi, bâtın ilminde, tasavvuf ilminde de çok yüksek derecelere ulaşmıştı. Zamânın en meşhur ve seçilmiş evliyâsından idi. Vefât edeceği sırada şöyle buyurmuştur: “Bende ağzı kapalı bir sandık vardır. Senelerce irşâd postunda oturdum, bu sandığın içindeki şeyleri kimse benden sormadı. Kapağını açıp da göstereyim. Bunları anlatacak kâbiliyetli bir kimse de bulamadım ki ona açayım. Sandık benimle gidiyor.” buyurarak kendisinde Allahü teâlânın ihsân ettiği yüksek mârifetler olduğuna işâret etmiştir. Evliyânın üç alâmeti vardır: Evliyâ her işinde dâimâ Allahü teâlâ iledir. Yâni her ne işle meşgûl olursa olsun, Allahü teâlâyı unutmaz. Her hususta Allahü teâlâya sığınır, maksadı dâimâ Allah içindir. Evliyâ, Ehl-i sünnet îtikâdında olup, İslâmiyete tam uyar.
Sâfî Efendide bu alâmetler tamâmen mevcud idi. Üstün ahlâk sâhibi olup, halk içinde Hakk’ı anardı. Âdetâ dünyâdan çekilmişti. Himmeti o kadar yüksek idi ki, halktan ve ileri gelenlerden pekçok kimse onu sevip, sohbet ve derslerine meylederdi. Tasavvufta onun yoluna intisâb eder ona talebe olurdu. Çok âlim tasavvuf ehli kendisine teslim olmuş, istifâde etmiştir. Meşhur müderrislerden Taşçı Osman Efendi önceleri ona çok muhâlif olduğu halde, zamanla büyüklüğünü anlayıp medresesini ve talebelerini bırakıp Sâfî Efendinin dergâhına gidip, talebesi olmuş, sohbetlerinden ayrılmamıştır. Önceki muhâlefetini hatırladıkça ağlardı. Bu müderris, MustafaSâfî Efendinin sohbetlerinde yetişip, tasavvufta yüksek derecelere kavuşup yetmiş yaşını geçtikten sonra vefât etti ve dergâhın civârında bir yere defnedildi. Mustafa Sâfî Efendi zamânında Bolu’da pekçok âlim vardı. Fakat tasavvuf ehli, mürşid-i kâmil yok ve tasavvuf yolu da yaygın değildi. Mustafa Sâfî Efendi Bolu’ya geldikten sonra, Semerkant Medresesine yerleşti. Semerkant Câmiinde de tarikat âdâb ve usullerini yerine getiriyordu. Birkaç sene sonraKaraçayır semtinin Aktaş mahallesinde bir dergâh ve bir câmi yaptırdı.
Önceleri onu kabullenemeyen ilim ehli kimseler, kısa zamanda dergâhında toplanmaya ve sohbetlerinden istifâde etmeye başladılar. Sonra halk da kendisini tanıyıp sohbetine koştu. Zâhirî ilimleri öğrenmiş olan âlimler, ondan tasavvuf ilmini de öğrendikten sonra bu nîmete kavuşmaları sebebiyle memnuniyetlerini ifâde etmişlerdir. Nihâyet Mustafa Sâfî Efendinin rehberliği ile Bolu havâlisinde insanların din gayretleri arttı. İnsanlar dînin emirlerini iyice öğrenip, öğrendikleri bu doğru bilgilere göre yaşadılar. Cemiyet arasında İslâm ahlâkı yaygınlaştı.
Bolu’da dergâhında ders verdiği sıralarda Acem diyârından gelen dehrî, dinsiz biri orada pekçok âlimle münâzaraya girmiş ve huzursuzluğa sebeb olmuştu. Beldenin vâlisi durumdan haberdâr olup Mustafa Sâfî Efendinin bu dehrî ile bir mecliste konuşmasını ve sorularına cevap vermesini ricâ etmişti. Dehrî ile görüşüp bütün sorularını cevapladı. Onun ilmi ve olgunluğu karşısında hayran kalıp verdiği cevaplarla iknâ olan dehrî, ayaklarına kapanarak müslüman oldu.
Bolu kaymakamı Mîr-i Mîrân Tâhir Paşa da onun sevenlerindendi. TâhirPaşa vefâtından sonra onun kabri üzerine bir türbe yaptırmıştır. Türbenin inşâsı sırasında yapanlara rüyâsında görünerek, bâzı tavsiyelerde bulundu.
Son derece takvâ sâhibiydi. Geceleri bir saat kadar uyur, diğer vakitlerini ilim mütâlaası, ibâdet ve tâatla geçirirdi. O derece tevâzû sâhibi idi ki, hâlini kimseye belli etmezdi. Halk arasına fazla çıkmazdı. Talebelerine o derece iltifat ederdi ki, herbiri bana gösterdiği alâkayı başkasına göstermez zannederdi. Talebeleri gördükleri rüyâları arzettiklerinde; “Var çalış bunlar bir şey değildir.” der sonra sohbet sırasında bir yolla tâbir ederdi. Talebelerine o derece hoş ve yetiştirci muâmelelerde bulunurdu ki, hiçbirini incitmez, gâyet mâhirâne bir yolla eğitirdi. Herkes tarafından sevilir medhedilirdi. Sohbetine gelenlerin kalplerinden dünyâ sevgisi silinir giderdi.
Âdetleri şöyle idi ki; her sabah namazından sonra câminin kapısı önünde bastonuna dayanarak bir müddet sohbet ederdi. Bu âdetini yaz kış devâm ettirir ve bu kısa sohbetlerinde ayak üstü dinleyen talebelerine çok kıymetli şeyler anlatırdı. Şöyle buyururdu: “Zâhir ilimleri günahkâr olanlar da elde edebilir, öğrenebilir. Lâkin tasavvuf ilmi, İslâmiyetin emir ve yasaklarına tam uymadıkça ele geçmez, öğrenilmez. İslâmiyetin emirlerine uymadan tasavvufta ilerlemek isteyen kimse, gevşekliğe düşer, tasavvuftan tad alamaz.
Ömrü boyunca hep ilim öğretmek ve rehberlik yapmakla meşgûl olup, hiç yatağa yatıp ayaklarını uzatarak dinlenmemiştir. Tasavvufta talebeliği sırasında iki diz üzerinde kıbleye karşı sabaha kadar oturup zikirle meşgul olurdu. Bir defâsında çilehânede iken ayağını uzatmıştı. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri gözüküp elindeki baston ile ayağına vurarak îkâz etmiş, üç gün ayağının acısından yere basamamıştır. Bu hâdiseden sonra ayağını hiç uzatmamıştır.Hem talebeliğinde hem de irşâd ve rehberlik faâliyeti sırasında sokağa çıkarken üzerine sokak çamuru değmemesi için altı kalın ayakkabı giyerdi. Hocasının yerine geçtikten sonra o zamânın parasıyla beş akçe ile beş talebesiyle birlikte hacca gitti. Beş akçeyi kendilerine harcamak için bir talebesini vekil etti. Para, kerâmetiyle talebenin elinde çoğaldı. Bütün harcamalardan sonra talebenin elinde yüz akçe kalmıştı. O talebesi bu hâli kendisine arzedince; “O parayla ticâret yap!” buyurdu. Bu talebesi Bolu’ya döndükten sonra hocasının emri üzere elinde artan parayla ticârete başladı. Kısa zamanda yüz bin akçe para kazandı. Bu bereket hocası Mustafa Sâfî Efendinin duâsı ve kerâmetiyle hâsıl olmuştu.
Sâfî Efendi, otuz üç gün hasta yattıktan sonra, altmış üç yaşındayken 1846 târihinde vefât etti. Vefâtına “El-ulemâü vereset-ül-enbiyâi” hadîs-i şerîfi ebced hesâbına göre târih düşürüldü. Vefâtından önce üç çeşit hastalığa yakalanmıştır. Biri zâtülcenp sancısı, biri baş ağrısı, diğeri de semm-i sihr idi. Bu üçüncü hastalığı olan sihrin farkına vardı ise de vefât zamânının geldiğini bildiğinden ve şehitlikle şereflenmeyi arzu ettiğinden sükût edip, bir şey yapmadı. Hastalığı her tarafta duyulmuştu. Vefâtından önce talebelerini toplayıp yerine talebesi Geredeli Şeyh Abdullah Efendiyi halîfe tâyin ettiğini ve ona tâbi olmalarını vasiyet etti. SonraAllahü teâlânın ismini hafif sesle zikre başladı. Binden fazla talebesi de onunla berâber hafif bir sesle zikrederken rûhunu teslim etti.
Vefâtından bir gün önce; “Allahü teâlâya hamdolsun ki her ne taleb ettiysem ihsân buyurdu. Otuz üç sene irşâd vazîfesinde bulundum. İki kişi feyz alarak halîfe oldular. Cenâb-ı Hakk’ın bana ihsân buyurduğu kemâlâtı halîfelerim de bilmez… Bu fânî dünyâdan göçüyorum. Bana ihsân olunan kemâlât da benimle birlikte gidiyor… Buna çok teessüf ederim!” demiştir.
Halîfesi Şeyh Abdullah Efendi; “Hocam Mustafa Sâfî Efendinin kutup olduğu mâlumumdur. Ancak vefât ederken beyân buyurduğu kemâlâtın, yüksek derecelerin ne olduğunu ben de bilemem, düşünüyorum ve teessüf ediyorum.” dedi.
Vefâtından sonra altı ay müddetle türbesine akşam namazından sonra büyük zâtların rûhâniyetlerinin ziyârete gelmesi sebebiyle ziyâretçileri bir titreme tutup, ziyâret edemediler.
Vefât etmeden önce 1846 (H.1263) senesi Muharrem ayının onuncu gecesinde vefât edeceğini sohbeti sırasında talebelerine defâlarca söylediği çok işitilmiştir.
Buyurdu ki: “Sâdık talebe İslâmiyete dikkatle uyar, haramlardan son derece sakınır. İbâdet ve tâata dikkat üzere devâm ettiği ve kendini tam verdiği takdirde uzun zaman çalışmakla kavuşulan derecelere kısa zamanda kavuşur. Bu işâreti üzere, talebelerinden Devrekli Yûsuf Efendi dört senede tasavvufta yetişip kemâle ermiştir. Bu talebesine daha sonra icâzet verip, Devrek’e irşâd vazîfesiyle göndermiş ve pekçok talebe yetiştirmiştir. Bu zât da talebelerinden Ereğlili İsmâil Ağaya icâzet verip Ereğli’ye irşâd için gönderdi. En meşhûr talebesi Geredeli Abdullah Efendi idi. Bu talebesini yerine halîfe bırakıp bütün talebelerinin ona teslim olmasını vasiyet etmiştir. Ayrıca kerâmet ehli çok talebesi vardı.
BİZİ HATIRLAYIN!
Rumelili yüzbaşı İbrâhim Ağa adında bir kimse Bolu’da bir müddet vazîfe yaptı. Memleketine döneceği zaman Mustafa Sâfî Efendiyle vedâlaşmak için ziyâretine gitti. Vedâlaşıp giderken yüzbaşı İbrâhim Efendiye; “Yolculuğunuz sırasında sıkıntıya düşerseniz bizi hatırlayınız. Selâmetle memleketine ulaşırsın.” dedi. Yüzbaşı İbrâhim Ağa bir gemiye binip yola çıktı. Denizde bir müddet yol aldıktan sonra fırtına çıkıp, bindiği gemi batmaya yüz tuttu. Yüzbaşı İbrâhim Ağa suyun dibine doğru batarken Mustafa Sâfî Efendinin kendisine vedâlaşırken söylediği sözü hatırlayıp, Allahü teâlânın izniyle Mustafa Sâfî Efendinin rûhâniyetinden yardım istedi. O anda Mustafa Sâfî Efendi gözüküp onu elinden tuttu ve sudan çıkardı. Sonra da; “Suyun üzerinde bağdaş kur otur! Korkma bir gemi gelip seni kurtaracak!” buyurmuştur. Biraz sonra bir gemi gelip onu kurtarmış ve memleketinin sâhiline götürüp bırakmıştır. Bu hâdiseden sonra Yüzbaşı İbrâhim Ağa memleketinden Bolu’ya giderek Mustafa Sâfî Efendiye talebe olmuş ve ömrü boyunca orada kalmıştır.
EVLİYÂNIN TERBİYESİ
Mustafa Sâfî Efendi Bolu’ya insanları irşâd için geldiği ilk sıralarda, Bolu’da Kara Hacı Hâfız Kavvam Efendi adında meşhur biri vardı. Bu zât âlimlerin ve halkın bulunduğu bir mecliste Mustafa Sâfî Efendi hakkında dedikodu yaptı. Onun bu uygunsuz davranışı, Mustafa Sâfî Efendi tarafından duyuldu. Onu huzûruna çağırıp nasihat etti. Böyle şeyleri yapmaktan vaz geçmesini söyledi. Ancak o, bu hâlini terk etmeyip, meclislerde aleyhinde yine konuşuyordu. Tam o mübârek zâtın aleyhinde konuştuğu bir sırada dili ağzından dışarıya çıkıp, acı acı bağırmaya başladı. Meclistekiler onun bu hâline çok şaştılar. Bu ne haldir diye sorduklarında, Mustafa Sâfî Efendinin aleyhinde konuşması sebebiyle ondan mânevî bir okun kendisine isâbet ettiğini, gidip ondan kendisini affetmesini arzetmelerini söyledi. Bunun üzerine gidip hâlini arzettiler. Ölecek dediler. Affetmesi için yalvardılar. Mustafa Sâfî Efendi gelenlere; “Evliyâullahın terbiyesi böyle de olur. Onun vefât etmesi, hakkında hayırlıdır.” buyurdu. Dedikleri gibi o gün öldü.
BİZİ TANIMAZ OLDUN
Bir Ramazân-ı şerîf ayında türbesinin inşâsı sırasında bu işle meşgul olanlar, oruç olmaları sebebiyle kabri yanında ona karşı lâzım olan edebi tam gösterememişlerdi. Türbe inşâsında çalışan ustalar edebe uymayan şekilde ayaklarını uzatarak oturmuşlardı. Yine bir defâsında kabri yanında böyle ayaklarını uzatıp oturdukları sırada, Sâfî Efendinin rûhâniyeti kendi sûretinde gözüktü. Ayaklarını uzatıp oturanlara tebessüm edip, aralarından İbrâhim adındaki kimseye; “İbrâhim Bey! Artık sen büyüdün bizi tanımaz oldun.” dedi. Hemen yerinden fırlayıp; “Aman efendim ben kimim ki sizi saymayayım.” diyerek, ağladı. Çok gözyaşı döktü. Sonra ayaklarına kapanıp affetmesini istedi. O böyle ağlayıp yalvararak affetmesini isteyince onu affetti. Kendinden öyle geçmişti ki, affedilince kendini toparlayabildi. Artık bu hâdiseden sonra türbenin yanına yaklaşırken tâ uzaktan ayakta durarak edep gösterirdi.
Bu menkıbeyi yazan müellif şöyle demektedir: Bunu anlatmaktan maksadım nefsin terbiyesi içindir. Allahü teâlânın sevgili kulu olan bir mürşid-i kâmil, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehber, mahâretli, mesleğinde mütehassıs bir doktor gibidir. Talebesinin ıslahı ve yetişmeleri için ne lâzım olursa, ona göre muâmele eder. Kimisine sert muâmele eder. Çünkü iltifat ona zararlıdır. Bâzısına da yumuşak muâmele eder. Her talebe meşrebine, yapısına, huyuna göre terbiye edilir. Eğer bunun tersi yapılırsa, rehber ne kadar mâhir olursa olsun talebe onu herhangi bir sûretle inkâra kalkışır. Buna gücü yetmezse istikâmetine zarar verir. Güneş her meyveye ve bitkiye yapısına göre parlar. Meyve tatlı ise tadını, acı ise acılığını artırır. Mürşid-i kâmiller de talebenin meşrebine, hâline bakıp ona göre yetiştirirler.
1) Menâkıb-ı Hacı Mustafa Sâfî, Millet Kütüphânesi, Ali Emîrî (Şer’iyye) Kısmı, No: 1111